Bir çocuğun ilk yılları, dış dünyayla kurduğu temasların, anlam arayışlarının ve ilk bağ deneyimlerinin şekillendiği zamanlardır. Süreç boyu göz teması, seslere verilen tepkiler, gülümsemeler, oyun davetleri ince ince şekillenir. Tüm bu küçük etkileşimler, gelişimin karmaşık örüntüsünde ipuçları taşır. Ve bazen, bu örüntüde gözden kaçması kolay olan ince sapmalar, bir şeylerin beklenenden farklı işlediğinin ipuçlarını verir. İşte tam da burada, otizm belirtileri kendini sessizce göstermeye başlar.
Erken yaşta otizm şüphesi, çoğu zaman anne babaların ya da bakım verenlerin “bir şey farklı” demesiyle doğar. Yaşıtlarıyla kıyaslandığında geç başlayan sözcükler, karşılıklı etkileşime ilgisizlik, göz teması kurmakta yaşanan sıkıntılar, adı söylendiğinde bakmama gibi durumlar fark edilmeye başlar. Ancak bu gözlemler her zaman net bir tablo sunmak adına tek başına yeterli olmasa da bazı işaretler, özellikle de birden fazla alanda ortaya çıktığında, daha yakından bakılması gerektiğine dair ebeveynleri uyarmalıdır.
Otizm spektrum bozukluğu, sadece sosyal etkileşimdeki farklılıklarla değil, aynı zamanda duyusal dünyayla kurulan ilişkinin de alışılmışın dışında olmasıyla dikkat çeker. Kimi çocuk belirli seslere aşırı duyarlıdır; kimi de ağrıya, ısıya ya da dokunmaya beklenmedik tepkiler verir. Bu farklılıklar çoğu zaman “utangaçlık”, “inadı var” ya da “kendi halinde” gibi açıklamalarla geçiştirilir. Oysa çocuğun duyusal dünyası, dışarıdan göründüğünden çok daha yoğun ya da bulanık olabilir.
Dil gelişimi de erken otizm belirtilerinde önemli bir alandır. Bazı çocuklar hiç konuşmazken, bazıları yaşıtlarından erken konuşabilir ama dili sosyal bağlamda kullanmakta zorlanabilir. Yani cümle kurar ama karşılıklı sohbetin ritmini yakalayamaz; sorulara cevap verir ama başkalarına soru sormaz. Bu da dışarıdan bakıldığında “konuşuyor, bir sorun yok” şeklinde algılanabilir ve gözden kaçabilir.
Erken yaşta fark etmek, sürecin en güçlü adımıdır. Çünkü beyin gelişimi en yoğun şekilde ilk yıllarda gerçekleşir. Bu dönemde alınan destekleyici müdahaleler, çocuğun sosyal, dilsel ve duygusal becerilerini güçlendirme konusunda büyük fark yaratabilir. Buradaki amaç, çocuğu “norma uydurmak” değil; onun dünyasını daha iyi anlamak, bu dünyaya temas etmek ve potansiyelini kendi doğasına uygun bir yolla desteklemektir.
Bu süreçte ebeveynlerin yaşadığı belirsizlik, suçluluk ya da inkâr duyguları oldukça insani ve doğaldır. Ancak bu duygulara takılıp kalmak yerine, gözlem yapmaya devam etmek, uzman görüşü almaktan çekinmemek ve çocuğun bireyselliğini merkeze almak daha işlevsel bir yoldur. Çünkü ne kadar erken fark edilirse, çocuk için o kadar çok kapı açılır. Ve her çocuğun hak ettiği en temel şey, onu gerçekten anlayan bir ebeveynin varlığıdır.